Haysiyet meselesi: Kırılma, öfke, direnç

Haysiyet meselesi: Kırılma, öfke, direnç

Haysiyet gibi ahlak yüklü kelimeler üzerine düşünmek ve tartışmak epey zor. Çünkü bir yandan kendimizi sorun ettiğimiz meselenin olumlu anlam yüklenen kısmına konumlayarak, tartışmayı kesinlikli bir zemine çekme riski içeriyor. Tıpkı, ahlak felsefesinin yine sorunlu konularından olan “iyi” ve “kötü” üzerine konuşmak gibi bu. Oysa biliyoruz ki özellikle insan türü söz konusu olduğunda, bu kavramlar oldukça değişken bir yerde duruyor. Çünkü beşeri bir varlıktan bahsederken onun akışkanlığını, duruma göre değişebilen konumunu, kültürel edimlerini göz ardı edemeyiz. Ki bu kavramların artık anlamını yitirdiğini düşünen filozoflar da var. Mesela, Baudrillard’a göre: “Kötülük egemense o zaman onun karşısında bir iyilikten de söz edilemez. Çünkü eğer iyilik kötülüğün tersi olsaydı nihai aşamada bir kefaret ödeme koşuluyla kendisine olumsuz bir görünüm kazandırabilirdi, ama artık iyilik diye bir şey yok, iyilik bir yanılsama bir hayalden ibaret bir şeye dönüştü.”[1] Belki bunu haysiyet kelimesi üzerinden de yorumlayabiliriz; haysiyetsizliğin hâkim olduğu bir dünyada zaten haysiyet de bir yanılsamaya dönüşmüş olabilir. Kir bulaşır ve insan her ne kadar kendisini dışında görse de yaşanmışlığın, şiddetin, dehşetin, savaşın, riyanın tanıklığından payını almıştır. Kısacası, günümüz dünyasında hepimize bir parça kötülük veya haysiyetsizlik payı düşüyor.

Ancak diğer yandan da bu kavramların tartışılmaya devam edilmesi gerekiyor çünkü bugün dünyaya veya kendi coğrafyamıza baktığımızda, insanî olanın neredeyse tam anlamıyla yitirildiği bir ahlak kaybından bahsedebiliyoruz. Bu nedenle, bunun gibi tartışmalarda, mesele ideal, genel bir ahlak çizgisi çekmek değil, mesele belki de insanî olana daha fazla yabancılaşmamak.

Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç daHaysiyet [2] kitabında yaşama dair olanın kaybettirilmeye çalışıldığı bir ortamda “haysiyet” gibi karmaşık bir meseleyi tartışmaya açarak, bir yitime dair ağıt yakmaktansa, bu yitimin nedenleri üzerine düşünerek aslında bu konudaki diyalogu sürdürmenin önemini hatırlatıyorlar. Çünkü her ne kadar tartışması riskli olsa da haysiyet meselesi hem güncel siyaset hem de bellekte yer etmiş yaşanmışlıklar üzerine konuşmanın yolunu açıyor. Haysiyet bir yanıyla bireysel, kişiye dönük ahlakî bir mesele gibi görünse de, onu belirleyen toplumsal mekanizmalar olduğu aşikâr. Boralıoğlu ve Kıvanç her iki anlamı da sorguluyorlar, “haysiyetli” olmayı ya da olmamayı belirleyen etkenleri politik bir düzeyde bireyin “etkilenim” anlarını kaçırmadan ele almaya çabalıyorlar. Çünkü kişiye yönelik ahlakî bir durumdan söz ederken, sistemi, otoriteyi, bedene dönük politikaları, kurumları dışlayamayız. Haysiyetkitabı da meseleyi öncelikle bu açıdan ele alıyor. Nerede arayacağız haysiyeti, Kıvanç’ın söylediği gibi, “bireyin derinliklerinde” mi veya Boralıoğlu’nun vurguladığı gibi, “toplumsal ve siyasal boyut”ta mı? Kitap bu soru çerçevesinde üç boyutta bireysel, toplumsal ve siyasal bağlamda konu hakkında bir tartışma sunuyor.

Haysiyet, öfke ve direnmek

Bahsetmeye çalıştığımız gibi, çok boyutlu bir meseleyi konuşuyoruz “haysiyet” derken ve bana kalırsa bu konu ile ilişkilenerek tartışılabilecek en önemli yanlardan biri direnme ve “haysiyet” ilişkisi. Çünkü dünyanın son yıllarına damga vurmuş pek çok hareket “haysiyet”i hedef alan politikalarla da ilişkileniyor ve haysiyeti kırılmış olanın öfkesinden bahsedebiliyoruz. Kitabı okurken, bu direnme ve haysiyet konusunu John Holloway’in de epey dert ettiğini hatırladım. Holloway öncelikle Zapatistalar’dan ilhamla haysiyetli bir biz olma hâlinden bahsediyordu.[3] Ona göre; anti-kapitalist olmak ve buna karşı direnmek haysiyetli biz olmanın karşılığıydı veya her türlü hakkı ihlal edilenin, varlığına kastedilenin, yok sayılanın direnmesi “haysiyetli bizler”in direnmesiydi. Mesela, Zapatistalar’ın kar maskeleri onların öfkesinin görünürlüğüne gönderme yapıyordu ve “Buradayız, yok sayamazsınız” gibi bir mesajı vardı. Biz buradayız, tüm haysiyet kırmalarınıza karşı direniyoruz, görünür oluyoruz, varız, diyorlardı; bu, “haysiyetli biz” olmanın sonucuydu. Yine Holloway, “haysiyetli öfke”den bahsediyordu. Onun bu tanımlaması da bahsettiğimiz “haysiyetli biz” ile ilişkileniyordu. Ona göre: “Kurban acısını bir kenara atar ve faal bir özne olmaya başlar; bir araya gelmiş pek çok ben bir Biz’e dönüşür işte bu haysiyetli bir öfkedir, haklı bir öfkedir, umudun öfkesidir.”[4] “Haysiyet” kitabında bu konuya ilişkin değerlendirmeler Fransa’da hâlâ etkisi süren Sarı Yelekliler eylemi ve Üçüncü Hava Limanı inşaatı sırasında tahtakurusu dolu yataklarda yatmak zorunda kalan işçilerin direnişi örneklenerek tartışılıyor. Ümit Kıvanç işçilerin direnişlerinin bir süre sonra haysiyetten çıkarak siyasîleştiğine kanaat getiriyor çünkü ona göre; “Adamın sendikası yok, gönderin polisi, jandarmayı tepelerine, attın içeri yirmi altısını, öbürlerine de gözdağı verdin, ‘atarım lan hepinizi, amelemi yok’”(age. 101) demenin öncelikli belirleyeni siyaset. Ve belki de bu durumda kalan, haysiyeti için direnen işçi politik haklardan yoksunluk nedeniyle bir kere daha haysiyet kırılması yaşıyor. Çünkü burada Holloway’in bahsettiği “haysiyetli biz”i oluşturabilecek, onu ortak bir zeminde direnmeye dönüştürebilecek bir mekanizma bulunmuyor. Boralıoğlu ise Sarı Yelekliler hareketine dikkat çekiyor ve şöyle söylüyor: “Bir kere her şeyden önce Sarı Yelekliler meselesinde bir haysiyet hakkı talebi var. Fransa’da her arabada bulundurulması gereken bu yeleklerin resmî adı ‘high visibility’ yani ‘yüksek görünürlük’ yeleği. Demek ki hareketin özünde yok sayılmaya karşı bir varoluş vurgusu var.” (age. 101-102) Burada tam da Holloway’in bahsettiği “haysiyetli biz”in öfkesinden bahsedebiliyoruz çünkü tıpkı Zapatistalar’ın kar maskelerinin onları her türlü yok saymaya karşı görünür kılması gibi, yüksek görünürlük yeleği de Fransa’da ortaya çıkan harekette “haysiyetli öfke”nin görünürlüğünü sağlıyor.

Bu açılardan ele aldığımızda, “haysiyet” gerçekten de üzerinde durulmayı hak eden bir kelime. Çünkü bireyin uğradığı haksızlık karşısında, bir duruş göstermesinde etkili olabiliyor.  Direkt olarak varlığa kasıt içerdiğinde ise öfke ile birleşerek direnmenin, otoriteye karşı varlık göstermenin, gücünü fark etmenin nedeni hâline gelebiliyor. Ki kitapta ele alındığı gibi, LGBTİ+ hareketi veya son yıllarda üzerinde sıklıkla konuştuğumuz “me too” hareketi de bu haysiyet meselesi ile epey yakından ilişkili görünüyor. Kısaca söyleyebiliriz ki, haysiyeti koruma meselesi direnmeyi ve isyanı getirebiliyor.

Haysiyet kırılınca hınç kalıyor

Haysiyet metninde dikkatimi çeken tartışmalardan biri de direkt olarak kişinin varlığını hatta bedenini hedef alan politikalar ve işkence. Bu aslında, kitapta da bahsedildiği gibi, haysiyeti kırma politikası bir anlamda. Gaye Boralıoğlu şöyle soruyor: “Haysiyet kırmak suç mudur, bunun cezası var mıdır ya da haysiyeti kırılmış olmanın bir bedeli var mıdır, nasıl ödetilir?” (age. 61) Ümit Kıvanç konuyu işkence üzerinden ele alarak şöyle bağlıyor: “Tabii haysiyeti kırılmış bir insan olarak istediğin kadar bir şeye devam et, aynı insan olamayacağın varsayılıyor. Artık senin güçsüz düştüğün varsayılıyor.” (age. 61) İşkence sonrası bedenen ve zihnen yorgun düşmüş bir özne için sanırım şöyle bir durum söz konusu: varlığından çekip çıkarılmak, o güne kadar olduğunu düşündüğün olamamak, her anlamda bir zedelenmiş olma hâli. Bu bir anlamda kişiyi hiçleştirmek demek. İşkence üzerinden konuyu düşündüğümde, bana bunun tedavisi ve bağışlaması yok gibi geliyor. Geriye bir hınç kalıyor, akla Jean Amèry geliyor. Auschwitz tanıklıklarını anlattığı “Suç ve Kefaretin Ötesinde”[5] adlı metninde, “geçmişe dönük kine” karşı eleştirilmesini anlamıyordu, hınçla davranıyordu çünkü her türlü işkenceyi yaşamış varlığı değersizleştirilmişti. Bu nedenle, sanırım “haysiyeti kırılmış olmanın” bir tedavisi yok ve yaşanmış, geçmiş olamıyor çünkü Kıvanç’ın bahsettiği, “aynı insan olamamak” bireyin bir anlamda yokluğunun ilanı gibi.

Tartışabilme kabiliyeti

Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç’ın Haysiyet kitabının önemli yanlarından biri de böylesine bir konuyu sonuna kadar tartışabilme kabiliyeti. Kimsenin kimseyi dinlemediği, herkesin her konuda uzman olup devamlı bir diğerine ahkâm kestiği, tartışma zeminin epey aşındığı bir ortamda farklı düşünülüyor olsa bile karşılıklı dinleme ve konuşmayla ortak bir yola çıkıldığını kitapta görebiliyoruz. Sinema, edebiyat ve felsefe gibi pek çok alanın iç içe geçtiği, okuru da tartışmaya dâhil eden, genel, kesin bir ahlakçılığa evrilmeyen, konuşulan onca olumsuz konunun yanında, sonunda umutkâr bir yere varılan bir metin Haysiyet.

EMEK EREZ

EMEK EREZ
K24

Stefan Themerson’ı okumak

Ekim 21, 2016

"İnsanın saklanacağı yer kalmamışsa vatanı yoktur"

Ekim 21, 2016

Bir yanıt yazın